SÜNNET ÇOCUĞU

Yazdır

E-posta

 

Image 1959 senesi… İstanbul Selimiye Askeri Ortaokul öğrencisiydim. Okulumuzda bir flüt takımı kurulacağı söylentisi çıkmıştı öğrenciler arasında. Müzikle aram iyi değildi. Daha doğrusu müzik derslerinde nazari bilgileri öğrenmekten çok solfej yapmayı beceremiyordum.   Birinci dönem karnemde müzik notum on üzerinden dörttü. Diğer derslerim çok iyiydi. Ne yapıp yapmalı kurulacak söylentisi yayılan flüt takımına girmeliydim. Girmeliydim ki müzik dersinin notunu düzeltip dereceye girebileyim. Not ortalamamla birinci dönemde ilk beşe girebiliyordum. Ama zayıf notlu ders olunca iş değişiyor, sıralamada yer alamıyordum.
Okulun Bando Şefi Başçavuş Abdullah, gönüllü örgenciler arasından elli kişilik bir takım seçecek ve eğitimlere başlayacaktı. 23 Nisan Çocuk Bayramı’na kadar da birkaç marş çalmayı öğretecek ve Üsküdar Yoğurtçu Park’ta o gün halka açık bir konser verilecekti.
Ağız, dudak, dış yapısı ve el kontrolünden sonra ilk elemeyi kazanmıştım. Sevinçten sabaha kadar uyuyamadığımı dün gibi hatırlarım.
Her gün Selimiye Kışlası’nın  Haydarpaşa Limanı’na bakan bahçesinde son dersten sonra flüt takımına seçilen tüm öğrenciler toplanır ve bando şefinin nezaretinde  flüt çalmayı öğreniyorduk. İki ay sürdü bu çalışmalarımız.
Çok çalışıyordum. Ancak yeteneğimin olmadığını fark etmem çok sürmedi. İki ay boyunca “Annem beni yetiştirdi. Bu ellere yolladı.” marşını çalmayı bile tam öğrenememiştim. Hocamıza göre bu marş takımın amentüsüymüş. Yine de iyi yürüdüğüm ve takımca yapılan hareketleri iyi yapabildiğim için takımdan refüze edilmedim.
Konser günü gelip çatmıştı. O sabah kalk borusu çalmadan kalktım. Akşamdan ütülediğim pantolon ve montgomerimi giydim. Ayakkabılarım akşamdan boyanmış pırıl pırıldı. Kayık kepimi giydikten sonra içtima alanına gittiğimde benden başka henüz gelen olmamıştı.
Nizamiyeden çıkarken okulun tüm öğrencileri yolun iki tarafında toplanmış bizleri alkışlıyordu. Takım dörderli bir düzenle marş çalarak uygun adımla yürüyordu. Şefimiz elinde bir bagetle bizi yönetiyordu.   Image
Duvardibi’ni geçip  Çiçekçi’ye, Karaca Ahmet’i sağımıza alıp ilerlerken her iki kaldırımda toplanan halk bizleri alkışlıyordu. Hepimiz sünnet çocukları gibiydik. Yaşları on bir, on iki  olan üniformalı elli çocuklu bir takım için başka ne denilebilirdi ki?...
Uygun adımla hem yürüyor hem de marş çalıyorduk. Gözlerimiz bizi izlemeye, dinlemeye gelen insanlarımızdaydı. Yine de ciddiyetimizde bir eksiklik yoktu. Ben takımın en sağında, boyum kısa olduğu için on üç sıralı takımın dokuzuncu sırasındaydım.
Kucağında küçük çocuğu olan bir kadının yanındaki kocasına beni gösterdiğini ve bir şeyler söylediğini görmüş, ancak ne dediğini anlayamamıştım. Ciddiyet ve gururla yürümeye devam ediyordum.

Bir anda havalandığımı hissettim. Bir kucaktaydım.. Biraz önce kucağında çocuk olan ve kocasına beni gösterip bir şeyler söyleyen kadının kucağında… Çocuğunu kocasına vermiş, çocuğu niyetine beni okşuyor, öpüyordu. “Şu gözlere, şu kirpiklere bak Serhat” diyordu ha bire.
Bir anda takımın uzaklaştığını fark ettim. Ağlamaya, kucakta tepinmeye başlamış, bir taraftan da “Beni bırakın” diye feryat ediyordum. Kadıncağız bu davranışımın karşısında panikledi. Hem koşuyor hem de “Tamam ağlama” diyordu. Götürdü, beni yürüyen takımda benim boşluğumun olduğu sıraya koydu.
Ben, hiçbir şey olmamış gibi ciddiyetle işini yapan biri olarak flütümü ağzıma götürdüm ve çalmaya, uygun adım yürümeye devam ettim.  
 
Image Mehmet Kemal BORAN
(E). P. KUR. KD. ALB.
Kıbrıslı, Kıbrıs Gazisi
24 Temmuz 2009


Yukarıdaki anı yazısı 24 Temmuzda yazılmış , Teknik bir nedenden dolayı 28 Kasımda web'e eklenmiş..

Yukarıdaki yazıya Hami Gerçek arkadaşımız 27 Kasım 2009'da aşağıdaki yazı ile katkıda bulundu.

Değerli Selimiyeli Arkadaşlarım.
Lütfen, önce ekte sunduğum Kıbrıslı Gazi Mehmet Kemal BORAN arkadaşımızın kaleme aldıkları anıyı bir kez daha okuyarak yazacaklarımı değerlendiriniz. Güzel ve mizahi bir üslup ile anlattıkları, beni hemen o yarım asır öncesi Selimiye Kışlasının tam da ortasına fırlatıverdi.

******************

Yıl 1960. Okul Bandomuzu oluşturan Boru ve Trampet Takımının önüne, 1. sınıflardan seçerek şaşılası bir hızla yetiştirdikleri bir de Fifre Takımı eklediler. M. Kemal BORAN arkadaşımızın da isimlendirdiği gibi, askeri üniforma giydirilmiş “sünnet çocukları” görünümünde olan Fifre Takımı elemanı bu “bücürler”, İstanbul`da çok büyük sevgi ve hayranlık topladı ve de sükse yaptılar. Sadece Halk Konserleri değil, İstanbul Radyosu Stüdyolarında da marşlar çaldılar, ilkokullardaki törenlere davet edildiler, zamanın büyük gazete ve mecmualarında haber ve fotoğrafları dahi yayımlandı.

O Yıllarda Selimiye Kışlasında Yedek subay olan ve terhis olduktan sonra da öğretmenlik görevini sürdüren, bu gün elele tutuştuğumuz Teğmen Serdar ÖZTÜRK, söz ve müziğini de kendisinin yaptığı “Selimiye Marşı” nı tek sesli olarak do majör üzerinden Fifre Takımına da uyarlamıştı. Takımın repertuarından hatırladıklarım; Selimiye Marşı, Çelik Gibi Kollu Türk`ün Askeri, Annem Beni Yetiştirdi ve bir de o zamanın marş temposunda söylenen güncel bir şarkısıydı. “Bücürler” in çoğu, ezberlerindeki arızasız melodilerin hemen hepsini abanoz tahtasından yapılmış yan üflemeli bu çalgı aleti ile rahatça çalıyorlardı.      

Ben 1959 yılında Erzincan`dan gelenlerdenim ve o tarihlerde 2. sınıf 7. kısımda okuyorum. Kaybımı da katarsanız fiziki görünüşümü kolayca tahmin edebilirsiniz. 1 yıl boru çaldığım Okul Bandosu Boru Takımının da tambur majörüyüm ve merasimlerde Okul Bandosunun en önünde tören kıyafetiyle son derece ciddi, çok dikkatli ve fiyakalı bir biçimde “asa” ile komutlar verip, marşlar çaldırarak, akrobatik hareketlerle koca Bandoyu ve hatta bazen Okulu yürütüyorum.  
 
Merasimlerde o güne kadar benim önümde ender de olsa sadece bando öğretmenimiz sevecen, sevimli ve tombul Kd. Bşçvş. Abdullah UYGUR var. Önümde yürüyen başka kimse yok… Okul dışı törenlerde gözlerimi kısıp ufka bakıyormuş gibi yürürken, “yan gözle” de izleyicilerin büyük haz duyduğum tepkilerini gözleyerek coşardım, coştururdum. Ya da öyle sanırdım. Çok heyecanlandım mı neredeyse burnumun hizasına kadar kaldırdığım ayaklarımla attığım “kaz adımları” nın şiddetinden vücudumun bütün etleri sallanır, sarsılırdı. Dünyanın en ciddi işini bana yaptırıyorlardı.

Birdenbire bu “bücürler” den oluşturdukları Fifre Takımını getirip de benim önüme koydukları an dünyam başıma yıkıldı. Bu Fifre Takımından bir tek ben hoşnut değildim, sadece ben rahatsızdım. Benim dışımda herkes, bu “bücürler” in geldiğini görünce çılgına dönüyordu. Ben de bunları önümde yürüyor görünce çılgına dönüyordum. Kıskançlık bahanelerimizden “küçük adım atamıyoruz” itirazlarımızı kimse dinlemiyordu bile…

Neyse, mizahı şimdilik burada noktalayalım…
 
200 yılı aşkın bir süredir, İstanbul Boğazının girişinde bütün ihtişamıyla dimdik duran Selimiye Kışlası, Osmanlı Nizam-ı Cedit (askeri alanda yeni düzen) askerleri ile başlayan tarihi serüveninin arasına yarım asır önce, soluk alıp verme kadar kısa bir zaman dilimine Selimiye Askeri Ortaokulu`nu da sıkıştırıyor.

Gerçekten asırların yanında bir soluk alıp verme gibi kalan bu 4 yıllık zaman dilimi evresinden geçen çocuk askerlerin şerefli üniformaları, bu gün derileri gibi orgeneral rütbesiyle vücutlarını sarmalıyor. Emekli olanlar ise hâlâ aktif, hâlâ çalışıyorlar ve hâlâ üretiyorlar. Sivil hayata geçmiş, yani “Alaylı” olmuş Selimiyeliler işlerinde çok başarılı, önemli görevlerde harikalar yaratırcasına hizmet vermiş ve görev yapmış donanımlı Yurttaşlar olarak yaşamlarını sürdürüyorlar.

4 kulenin sarmaladığı tarihi kışlada bu evrede (1959–1963) her şey hızlı başladı ve hızlı bitti. Ama tarihin taş yapraklı silinmez sayfalarına da Okul, Öğretmenleri ve Öğrencileriyle kendi kısacık tarihini kazıdı ve notunu düştü. Bu gün internetten girdiğimiz bütün arama motorlarından Okulumuzun sesi yükseliyor. İşte bu sesin kaynakları o gün kucaklanan Fifreci Çocuğun, kıskanç tambur majör ağabeyin, başarılı tekstilcinin, parti kurup siyasette cengini sürdürenin, kalemiyle mücadeleye devam edenlerin, edebiyatçı, şair, sanatçı, gazeteci, bürokrat ve bilim adamı olanların, velhasıl sırtlarından o şerefli üniformayı çıkarıp, yüreklerinden yatak ütüsüne yatırdıkları üniformayı hâlâ çıkarmayanlarındır. Ordulara komuta edenler ve onların öğretmenlerinin sesidir.         

Takım halinde özel bir konsere uygun adım ve marşlar çalarak giden Selimiye Askeri Ortaokulu Fifre Takımının Üniformalı Elemanını sıradan çekip çıkararak kucağına alan ve kocasına da; “Serhat şu gözlere, şu kirpiklere bir bak…” diye şaşkınlığını biraz da hoyratça ifade eden hanım geliyor gözlerimin önüne… Acaba kolları arasında sevgi ile tutuğu ama elinde Fifresi ile tepinen ve ağlayan çocuğun, bir zaman sonra toprakları için savaşan kahraman bir Gaziye dönüşeceği hiç aklına gelir miydi?

Gazi arkadaşımız Mehmet Kemal BORAN`ın anı yazısı beni nerelere götürdü, ellerine sağlık. Lütfen bu sayfalara acı tatlı bütün anılarımızı yazalım. “Söz uçar, yazı kalır…”. Bu anılar ayaküstü birbirimize anlattığımız anekdotlar olarak kalmamalı,

En içten sevgi ve saygılarımla…

Hami GERÇEK
1959 – 2/7 - 1482