Erzincan Askeri Lisesi anılarım

Ne güzel olur tren yolculukları...

Ne güzel olur tren yolculukları. Dağlar, ırmaklar, ağaçlar, köprüler, el sallayan çocuklar yani böyle bir yolculuğu da özlemiştim. Selimiye Orta Okulunu bitirdiğimizde gidecek iki yer vardı Kuleli ve Erzincan Askeri Liseleri. Kura'mı çektik? Tam hatırlayamıyorum kuvvetli bir ihtimal kura ile belirlendi. Bana Kuleli, İlker Ağabeyime Erzincan çıktı. Baktım pencerenin kenarında oturmuş ağlıyor. Gezmeye, sinemaya çok düşkündü İstanbul’dan ayrılmayı istemiyordu. "Ne ağlıyorsun değişiriz, Ben Erzincan'a giderim" dedim. Velhasıl değişiklik isteğimiz kabul edildi ve tren yolculuğum böyle başladı. Haydarpaşa Garında uğurlamaya teyzem ve eniştem geldiler. Teyzem sürekli nasihat veriyordu sağlık konusunda. onun gibi kim ilgilenecekti, hasta olduğumda göğsüme tentürdiyot sürer sonra sıcak tutsun diye gazete kağıdı sarardı. Kara tren ile iki üç gün arası uzun bir yolculuk yaptık, kömür kokusu ciğerlerimize dolmuştu okula vardığımızın öğleden sonrası hemen şehri keşfe çıktık bir iki saat içinde Erzincan’ı tanıdık, o yorgunluk ile birde sinemaya gittik, sanki hala tren yolculuğundaydık sinemanın perdesi sağdan sola hareket ediyordu… Annem Erzincan depreminde gönüllü hemşirelik yapmıştı bizlere o günleri anlatırken gözleri uzaklara dalar yaralıları o yokluk içinde nasıl tedavi ettiklerini anlatırdı. . Yani ne söyleyeyim burayı sevememiştim ırmaklar, ağaçlar her şey yolculukta kalmıştı her şeyden önce deniz yoktu, okul şehrin dışında ve etrafı çoraktı. Gece karanlığında uzaktan şehre baktığımda büyük bir boşluk ve sonra kümelenmiş evlerin ışıklarını görüyordum. İyimser olmaktan başka çare yoktu tüm arkadaşlar gibi bende buraya okumaya gelmiştim. karşı sahili seyrediyor gibi iyimser olmak gerekliydi.

Uzak mesafeli bir gurbet yaşıyordum. Arkadaşlarla ortak özelliğimiz ortama hemen uymaktı bizde hemen uyuyorduk, Burada Selimiye'den farklı olarak açık havada bulunan spor alanları biraz bizi meşgul ediyordu, hepsinde yeteneklerimizi denemeye başladık dörtlü kiriş, paralel, halatla tırmanma...


 

Hep söylerim, o yıllar Türkiye'nin zor yıllarıydı, okullarımı varlıklarıyla, yokluklarıyla çok sevdim. Bizden önceki nesil daha zor şartlarda yaşamıştı biz onlara göre daha şanslıydık.

 

Neyse çok geçmeden eğitim yılı başladı. Erzincan Lisesi Selimiye’ye göre daha yeni bir yapı görünümündeydi. Bizler de daha olgunlaşmıştık en azından yemeklerde amuda kalkmak yoktu veya amuda kalkacak iyi yemekler yoktu... Lise olarak çok kalabalık değildik sınıflarımız 30-40 kişilikti Okulun kuzeybatısındaki barakalar laboratuar ve yemekhane olarak kullanılmaktaydı. Sabahları erkenden uyanıp uyku mahmurluğuyla o soğukta yemekhaneye gitmeye üşendiğimizi hatırlıyorum. Çoğunlukla kuvvetli tutması için kahvaltıda çorba çıkardı. Kimya dersi için barakaya gittiğimizde biraz soğuktan birazda öğretmenin hışmına uğramaktan korkup titrerdik. Öğretmenimiz Mustafa Çataloğlu'nun şu anda kimseyi dövdüğünü hatırlamıyorum ama dersine çok önem verirdi bir kişi dersle ilgilenmez veya muziplik yaptığında "... Avlat avlat (yani evladım demek istiyor, iyi insan hakkını vermeliyiz ) dövmeyeceğim, çiğneyeceğim, çiğneyeceğim..." derdi korkudan bizler elimizdeki deney tüpü gibi titrerdik

 

İlk kompozisyon sınavımız...

Ben malum biraz yaramazdım, Edebiyat öğretmenimiz yaramazlığıma çok kızardı ama çok sakindi ve notu oldukça kıt idi, Koyu bir Cenap Şahabeddin hayranıydı ilk imtihanda hiç unutmam "İnsanlarda koçlar gibi kafa kafaya vuruşurlar. Cenap Şahabeddin'in bu sözlerini açıklayan bir kompozisyon yazınız " dedi. Kompozisyon yazmanın genel formatını biliyorduk giriş, gelişme, sonuç vs. Allah Allah ne yazacağım... aklıma birçok şey geliyor, diğer derslerde öğrendiklerinizi kullanıyorsunuz burada durum farklı düşünce üretmelisiniz neyse son dakikalarda aklıma bilim, teknoloji bunların önemi ve kullanımı geldi neyse tek sayfaya yazdım. yazı karakterleri ilk paragraftan son paragrafa doğru belirgin bir şekilde kötüleşiyordu. sınav sonuçlarını açıkladığı gün öğretmenimiz yazılardan örneklerde okuyordu, tabii o zamanlar macerayı severdik herkes aklından geçeni dökmüştü " yağmurlu bir gündü dışarıda fırtına vardı, dışarıda fırtınanın uğultusunu bastıran sesler duydum. Kapıyı açtığımda yerde iki kişiyi revan içinde yatarken gördüm ". gibi senaryolar. Öğretmen okuduktan sonra ismi okuyor. Tabii notları söylemeye gerek yok. Bir ara ismimi okudu yedi almışım, beni görünce oldukça şaşırdı, şaşıran yalnız o değildi bütün sınıf idi bu öğretmenden iyi not almak çok büyük mucizeydi. Neyse Cenap Şahabettin hayranı olduğunu anlayınca kütüphaneden Cenap Sahabettin ile ilgili tüm kitapları okur onun vecizelerini ezberler olmuştum, bir kompozisyon ödevi verdiğinde yerli yersiz bir iki alıntı ilave etmeye özen gösterirdim, tabi bazen tutmazdı... Bu sınavdan sonra kendime bir güven gelmişti. Edebiyat dersine özel bir ilgi duyuyordum boş zamanlarımda kütüphaneye gidiyordum, Faruk Nafiz Çamlıbel'in Han Duvarları şiirinin tamamını ezberlemiştim çok güzel bir şiirdi, bir yolculuk öyküsü şiire dökülmüştü. Erzincan Lisesinin kazandırdığı halen birçok mısrası aklımda bu şiir dışında kaybettirdikleri de vardı. Sağlığım ve koca bir öğrenim yılı...

Gıdanıza ve sağlığınıza dikkat etmediğinizde hastalanma belirtileri başlıyor tabiî ki birazda aile baskısından uzak kaçamak sigara içmelere devam ediyorduk. Selimiye’den daha fazla sigara içmeye başlamıştık. Okulun tel örgüleri dışında sigara satılan bir ev vardı "Salih Dayı. ..." diye seslendiğimizde içerden bir çocuk çıkardı paramız hangisine yetişirse genellikle "Birinci sigarası" diye seslenirdik. Tabii sigara almaya birkaç kişi giderdik bir kişi tel örgüye yaklaşırken diğerleri kademeli olarak nöbetçi olurdu. Sigara konusunda okul idaresi çok duyarlıydı sık sık arama yapılırdı dışarıda içemediğimiz için tuvaletlerde içiyorduk. kapıya yakın bir kişi gözcü kalıyordu. Bazen ani baskın oluyordu tabii kaçış yok, etraf dumandan geçilmiyor... Bu arada kış bastırmış kar yağmıştı ders saatleri dışında dışarıda karda koşturup oynuyorduk, terledikçe avuç avuç kar yediğimi hatırlıyorum. Şiddetli öksürük, terleme ve ateş başlamıştı revirde birkaç gün yattığımı hatırlıyorum sonra çıktım. Revirde yatarken Marlin Monreo'nun öldüğünü gazetelerden okumuştum yani dünya ile bağımız kütüphanedeki gazete ve günler sonra gelen mektuplarımızdı. Şimdi düşünüyorum da ne kadar ilgisiz bir okul yönetimi varmış ne yemeklerimizle ne sağlığımızla ilgileniyorlardı. Belki bu ilgisizlik 1960 ihtilali sonrası ordu içindeki karışıklıkların bir yansımasıydı. bazı subayların sürgün geldiği söyleniyordu o hasta ve bitkin halimle derslere devam ettim. Artık iştahsızlıkta başlamıştı her gece pijamalarımın terden sırılsıklam olduğunu hatırlıyorum, yatağım amonyak kokmaya başlamıştı... Böyle birkaç haftanın geçtiğini hatırlıyorum, Derslerde öksürük ve halsizliğimi fark eden yedek subay fizik öğretmenimiz sınıf subayı ile konuştu askeri hastaneye götürdü. Yıllar sonra o günleri ve okulumu değerlendirdiğimde bizlere iyi bakılmadığını söyleyebilirim. Yani büyüme çağında olan bizler için sağlık ve sosyal aktiviteleri paylaşan daha iyi bir organizasyon olabilirdi. Doktor, muayeneden sonra geciktiğim için çok kızdı okul idaresine lanetler yağdırdı birazda bana çıkıştı hemen hastaneye yatırdı zaatürre teşhisi koydu, orda çok iyi bakıldım özel yemek çıkıyordu. Hastane’nin en ayrıcalıklı yaramaz çocuğu olmuştum benim için okulda hiç görmediğim pirzola takviyeli yemekler çıkıyordu. Çok titiz bir hemşire vardı her gün ne yemek yediğimi sorup kontrol ediyordu. bir gün yemeklerde eksilme olduğunu hissedince yemek saatinde koğuş kapısında yemeğimi beklememi sıkı sıkı tembihledi. Geceleri terlemeler ve sayıklamalar azaldı biraz toparlandım ama hala hastalığın yorgunluğunu hissediyordum. Biz yedek subay öğretmenleri pek dikkate almazdık, hatta onlarla sigara içerken kovalamaca oynamak hoşumuza gider, derslerinde dalga geçerdik ama bu öğretmen benim hayatımı kurtardı diyebilirim, yaklaşık üç hafta derslerden uzak kalmıştım, Sağlık kurulu dinlenmem için altı ay hava değişimi verdi otomatik olarak sınıfta kalacaktım çok üzülmüştüm ama iyileşmeye başlamıştım. tren yolculuğu için hazırlandım. Tren Erzincan'dan sabahın erken saatlerinde geçiyordu. Sınıf arkadaşım Bayram Kaya beni istasyona götürecek araç temini ile uğraşıyordu. Sonunda çözümü buldu. Nöbetçi subayı odasının kapısında beklemeye başladık. Nöbetçi subayı koridorda gözüktüğünde hemen yanına yaklaştı. Gözlerini iri iri açıp "hocam Berker’in ciğerlerin de yaralar çıktı, hava değişimi aldı, yarın trenle memleketine gidiyor, sabahleyin onu istasyona götüreceğiz, araba lazım " dedi. Gözlerini o kadar açmıştı ki bende onun sözlerinin önemini anlatırcasına neredeyse yere yıkılacak bir hasta görüntüsü sergiledim. Dolabımdan elbiseleri toparlamama, çantamı hazırlamama yardım etti, son olarak dershanedeki arkadaşlara da veda ettim. Gelecek dönem arkadaşlarla sınıflarımız ayrılıyordu. Sağlığıma kavuşmak birinci öncelik olmuştu, fakat devre kaybıma çok üzülüyordum. Bayram yolculuk için her şeyi düşünüyordu, mutfaktan yolculuk için hazırladıkları kumanyayı çantama koydu. Bayram'ın sonraki seneler iki kez kaldığı için okuldan çıkarıldığını duydum. Saflık derecesinde arkadaş canlısı ve özverili bir insandı, ama damarına basıldığı zaman çabuk sinirlenir ve kavga ederdi. Sabahleyin istasyona beraber gittik. Erzincan’a arkadaşlarla güle eğlene gelmiştik, yapayalnız dönüyordum, aktarmalı olarak tren ile Bandırmaya ulaştık. Annem bir taraftan kendime bakmadığıma bir taraftan okul idarecilerine lanetler okuyordu. Hastalıktan sonra ne zaman etrafımda kuvvetli öksüren bir kişi görsem dikkat kesilir tekrarında doktora gitmesi için uyarırım. Bandırma'ya ailemin yanına gittim. Yeni eğitim yılı başladığında ilk haftalarda babam okul idaresine dilekçe verip Kuleli'ye naklimi istemişti. dilekçe kabul edildi. Kuleli'ye nakledildim... Kuleli'ye gidişte devremizden Olcay Özsever'in ağabeyi Atilla ile yolculuk yaptığımızı hatırlıyorum... Erzincan da bulunduğum o süre içinde iki sosyal aktivite hatırlıyorum birincisi okul içinde üst sınıflarla düzenlenen bir müzik aktivitesi oldu bizden bir arkadaşın akordeon çalmasını hatırlıyorum, vay be ne güzel çalıyor !! sesleri yükseliyordu, diğeri Erzincan dışında Altıntepe diye bir höyük vardı oraya reolar ile geziye gittik. Kazılarda değişik uygarlıklardan kalan katmanlar çıkartılmıştı. Bu tepede köylülerin tarla sürerken altın buldukları söyleniyordu. Tabii bizler pür dikkat yerde bir şeyler arıyorduk. Yol kenarında bir kaynaktan mataralarımıza ekşi su doldurduk ve karnımız ağrıyıncaya kadar içtik... Bunların dışında iz bırakan bir şey hatırlamıyorum.